Mülteci kadınlara yönelik suçlar daha da politiktir
*Yrd. Doç. Dr Tube DEMİRCİ
Suriye mülteci göçü nedeniyle zor sınavlardan geçtiğimiz günler yaşıyoruz. İki gün önce Sakarya’da işlenen kadın cinayeti, dile pelesenk olmuş,mülteci kabulü ve “ensar kültürümüzün” sınırlarıyla, özünde kadın sorunuyla bizi bir kez daha yüzleştirdi. Yaşanan vahşetin yetkililerin beyanının aksine münferit değil, gayet sıradan, aramızda dolanan, komşumuz, alışveriş yaptığımız esnaf, otobüste-dolmuşta yan yana oturduğumuz, birlikte hayat mücadelesi verdiğimiz, arkadaşımız da olabilecek kişilerin marifeti.
Mülteci gruplarıyla çalışan, bu gruplarla dostluğu olan, konu hakkında eğitim veren, öğrencilerine, toplum hizmetlerini planlayan ve uygulayanlara, meslektaşlarına mültecilik mevzusunu anlatmakla yükümlü biriyim. Fakat tarih boyunca dara düşen, zorda kalana “kapılarını ve yüreğini sonsuz bir merhamet hissiyle açan” bir toplum olmuşsak da, korkarım durum sadece kapıyı açma şamasında kalmış. Ülkemiz ve biz Ensarlar özelde Suriyeli mültecilere, genel olarak diğer zorunlu göç mağdurlarına ev hissi veren bir yer değil. Son aylardaki mültecilere yönelik linçler ve mülteci karşıtlığının en korkunç dışavurumlarından biri olmaya aday son olay, korkarım bu işin seyri hakkında nahoş uyarılar içeriyor.
Türkiye göçle, bu mülkün “asli” sakinlerinin decoğrafi-iklimsel-siyasi sorunlar nedeniyle buralara sürüklenmesiyle kurulan bir toplum. Ancak bu durum çok eskide kalmış olması nedeniyle, hatırlamakta zorlandığımız bir mevzu. Biliyoruz ki hiçbir mülteci- göçmen grubu, hatta iç göçle kendi kentlerimize sürüklenen göçmenler, günlük hayatta yoğun bir ayrımcılığa maruz kalmadan bu toplumun parçası olmadı. Buna inanmayan Kafkasya, Rumeli, Kırım, Afgan, Bulgaristan ve Irak mülteci göçleriyle kırdan kente göçün rakamsal boyutunu bir yana bırakarak, insan hikayelerine, aile ve komşuluk tarihine odaklanan alternatif-eleştirel göç tarihi anlatılarına bakabilir.
Memleketimizi “karışık” hale getiren, varlıkları “ayrı”, “ismi cisimleşmiş” mahalleler ve semt adlarıyla ifade edilen, hastalık taşıyıp-bulaştıran, soy saflığımızı ve “doğru Müslümanlığımızı”, aslında “mazbut” aile erkeklerimizi “serbestlikleri”, ”güzellikleri, edaları ve öz bakım alışkanlıklarıyla” yoldan çıkararak karmakarışık eden , geçiciliği kalıcıya dönüp, buralı olması müzminleştiğinde dahi, “muhacir” takısıyla ev sahipliği çok görülen, “72,5 millet” deyimini oluşturan göçmen ve mülteci deneyimidir bizim göç mevzusuna bakışımız ve ensarlığımızn sağlaması. Ama düşünülmesi gerekli en kritik şey, 72.5 millet çeşitliliğinin altında yatan keskin ayrımcılığı ve bu ayrımcılığın cinsiyetçi şiddetle örülü biçimlerini tespit etmektir. Çeşitliliğin, karışma ve maazallah eşit muamele görme buhranlarına en etkili temas, göçmen ve mülteci nüfus arasındaki en hassas ve kırılgan gruba, kadınların yaşadığı katıksız şiddeti anlamakla mümkün . Bir ülkenin göçmen ve mülteci kabul sicilini anlamak için, o ülkedeki göçmen/ mülteci kadınların nasıl yaşadığı ve öldüğüne bakmakla, mülteci gruplarının maruz kaldığı cinsiyetlenmiş ayrımcılık ve sömürü türlerini anlamakla mümkün.
SURİYELİLER TEK GRUP DEĞİL, ANCAK DAHA ÇOK AYRIMCILIĞA UĞRUYOR
Özellikle 2015 yazından beri mülteci karşıtı hareketler ve mültecilere yönelik şiddette, mülteci nüfusunun yoğun olduğu sınır illeriyle, İstanbul gibi büyük kentlerde ciddi bir tırmanış var. Özellikle yazın gelmesiyle, fiziksel görünümü, konuştuğu dil ve giyim-kuşamı nedeniyle ayırt edilebilen mülteci gruplarının dış mekanlarda zaman geçirmeye başlamasıyla tırmanan bir şiddet ve hoşnutsuzluk durumu yaşıyoruz. Suriyeliler bu sorunları yaşayan tek grup değil, ancak sayıca kalabalık bir grup olmaları onları ayrımcılık türlerine daha çok maruz bırakıyor. Plajları, parkları işgal eden, savaştan kaçan, ülkesini savunmayan, “ Türk kızlarına” sarkıntılık eden, mahallelerin ahengini sonsuz sayıdaki çocuklarıyla ve bu çocukların “terbiyesizliğiyle”, düzensiz çalışma nedeniyle ödenemeyen kiraların karşı karşıya getirdiği ailelerin cinayetle sonuçlanabilen mahalle kavgalarıyla topluca sürgüne, hatta bazı belde/il yöneticilerinin turizmi bahane eden “estetik” kaygılı yönetmeliklerle il dışına attığı, iç göçe zorlanan, çadırları yakılan “Suriyelilerimiz” var.
Medya ayrımcılık ve nefretle örülü haber dilini, milyon takipçili“köşe-yazarlar” asılsız şehir efsanelerini abartıp devasa skandallar gibi dolaşıma soktu. Sosyal medya cumhuriyetinin “kanaat” önderleri düzenledikleri imza kampanyaları, kustukları ayrımcı nefretle,muhalefet partilerinin mensup ve yöneticileri, muhalefet alanı kilitlendiğinden hükümeti mülteci politikasıyla eleştirmenin, ensarlığı abartılmış, fakat yoksulluktan nereye çatacağını bilemeyen halkın üzerindeki etkisini iyi anladığından, ateşe benzin dökmekten sakınmadılar. Yardım-mülteci destek hizmetlerini organize edenler de“kimsenin yapmadığını yaparak had bildirme” derdiyle, zaten zorunlu hizmetlere bir “pr malzemesi” olarak tutunup, mülteciler için cehennem yolunun taşlarını ya öz halkımızın mağduriyetleri, ya da güme giden büyük Türkiye imajını toplamak için “iyi niyetle”, hep birlikte döşediler. Fakat giydiğimiz tek mevsimlik tişörtü dikmesi , yediğimiz kuruyemişi ayıklaması, meyvemizi toplaması, velhasıl ekmeğimizi sürüne sürüne büyütmeleri yetmezmiş gibi, çaresizlikleri bizlere neler olabileceğini hatırlatmasına rağmen, hayatı zaten savrulmuş ve örselenmiş bu insanlara dar ettik.
Geldiğimiz nokta normal şartlarda kimsenin umurunda olmayacak basit suçların haber kaynaklarında Suriyeli takısı olmadan verilmediği, özellikle kadınların kurban- şeytan olarak iki sınırlı biçimde resmedildiği, basit bir Google aramasında dahi bol cinsellik ama çokça cinsiyetçilikle örülü, ötekileştirici- ayrımcı, sömürge diline yakın bir dille Suriyeli mültecileri ele almak ve onlara kapısını açık tutmakla övündüğümüz sınırı işaret etmek oldu. Yetmedi, Suriyeli kadın ve çocukların nelere maruz kalabileceğini, son vakayla idrake mükellef olduk.
Evet, Suriyelilerin mültecilik durumunu idrake ihtiyacımız var. Bir, Suriyeliler biz mükemmel ensarlar olduğumuz için değil, imzaladığımız için “çağdaş” dünya muamelesi gördüğümüz uluslararası sözleşme yükümlülükleri ve bölgede kıpırdattığımız yapraklar nedeniyle buradalar.
İki, savaş, bir erkek aktivitesidir ve Suriye mülteci göçü de kadınlar ve çocuklar için yarattığı “cehennem” nedeniyle ağırlıklı olarak kadın-çocuk- yaşlı göçü, kısmen de savaşma kabiliyetini savaşarak kaybetmiş, karşısında “kesin”, “dışarıdan” ve “görünür” bir düşmanı- sınırları belli bir savaş alanı/ cephesi olmadığından sivil erkeklerin de canını kurtarmak için sürüklendiği bir göçtür. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar ve LGBTİ gibi hassas gruplar bu savaş göçünün doğrudan mağdurlarıdırlar; savaş, yarattığı ekonomik ve toplumsal buhranlar en önce bu grupları derinden etkiler.
Üç, kadınlar savaşta cinsel şiddete uğrarlar; cinsel şiddet içermeyen bir savaş yoktur. Kadınlar evrensel ataerkilliğin sonucu olarak aile ve erkeklerin “namus turnusollüğü ” yüklendikleri için, savaş önce kadın bedeninde başladığı için kaçmak zorundadırlar ve mülteci olurlar. Göç yolculuğu, sınır geçişleri, kabul ve mülteci hizmetlerinden yararlanma da cinsel şiddet ve istismardan bolca nasip alınan bir süreçtir. Mülteci tanışlarımın çoğu sınır-ötesi yolculukları hakkında konuşmakta zorlanmıştır, sınırı namusuna “halel getirmeden” geçmenin zorluğunu, basınımız ve insanımızın vatanperverlik dersi verdiği erkek akrabalarının neden yanlarında olması gerektiğinin altını çizerek anlatmışlardır.
Mülteciler ağırlıklı olarak kadındır, ama sınırları bekleyenler, göç sürecini yönetenler ve mülteci kabulünü gerçekleştirenler, sosyal yardım çalışanları, kamp yönetimleri ağırlıkla erkektir. Mülteci toplumsal yaşamda yine erkek bürokrasiye, sermayedara ve işverene tabidir,doktorlar, öğretmenler, ev sahipleri, bakkallar, kahve ve görünür mahalle ahalisi ezici bir biçimde erkektir. Kadın mülteci grupları, savaşın erkek kuşatmasından kaçıp, kalabalık bir erkek grubuyla çevrileceği yeni bir ülkeye gelir, beraberinde erkek egemenliği sorunlarını da taşır, “yabancılığın” açmazları şiddetle, baskıyla ve cinsel sömürüyle sürer .Dolayısıyla mültecilik hali cinsiyetçiliğin kol gezdiği ve cinsel şiddete teşne, toplumsal cinsiyet duyarlılığı boyutu olmadan yönetilmesi ve anlamlandırılması mümkün olmayan bir süreçtir. Ancak bunun hep tersi olur. Sonuç; kadınları türlü biçimde iğdiş edilen, erkekleri de mağduriyetleri erkeklik vasıflarına halel getirdiğinden kadınlaşmışmültecilik halleri.
Gelelim sorunlarımıza. Suriyeli mülteci kadınlar aralarında yakınlarımız da olan pek çok kişi için çok doğuran, üretmeyen, “barbar Suriye çölünden” gelip çağdaş hayatı bozan, güvencesiz işlerde çalıştığından statüsü ve namusu şaibeli, buralı bir erkeği alımı-endamı- makyajıyla kafeslemeye hazır, fakat çocuğundan yetişkinine şark çıbanı, el ayak hastalığı, AIDS ve tüberküloz mikroplarıyla sarılı, eğitimli ve meslek sahibi olması imkansız, geldiği ülke ve oradaki refah hizmetleri bilinmediğinden buradaki hizmet beklentisi nedeniyle asalak yaftası yiyen, cemaatinden biri bir kabahat işleyip suça karıştığında topluca damgalanan, ama basında hep aynı fotoğraf ve sözlerle anlatılan kadındır. Suriyeli kadın iş, ev-el işi, çocuk bakımından anlamayan ama hep doğuran, parklarda ve kamplarda dahi cinselliğini ihmal etmeyen ancak doğum kontrolünden anlamayan bir varlıktır. O kadar müsait ve cinselliği abartılmış bir kadındır ki, kocasının karıştığı bir “husumet”, hamile bedenini hedefleyen cinsel bir saldırıyla, çocuğunun önünde, “güzelliğinden ” mütevellit kendisine ödetilir. Acılı eş, savaşın ve gündelik şiddetin tam da kadın bedeninde patlak vermesinden yeni bir erkek mağduriyeti devşirerek, anavatanındaki akrabaların saldırının niteliğini duymasından endişelenir. Kısaca, kadın cinayetleri politik, mülteci kadınların cinayetleri hepten politiktir: savaş, cinsel şiddet biçiminde kadının bedeninde, bedenin gıyabında koca kaygısı, gündelik hayatta hakaret, ayrımcı sözler ve cinsiyetçi nazarı dikkatle devam ediyor.
BİRLİKTE YAŞAMDAN ANLAMIYORUZ
Böylesine vahşice, tecavüzle işlenen bu son olay, mülteci ve göçmenler konusunda birlikte yaşamdan hiçbir şey anlamadığımızın mutlak kanıtıdır. Vardiya kavgası veya beden güzelliğine atıfla sunulan çıplak hayat, biri doğmamış iki çocuklu ve “Suriyeli” olmasa kutsiyetten yere göğe sığdıramayacağımız bir anne-kadının, evinden zorla kaçırılıp katledilmesi ve sonrasında gıyabında devam eden ataerkil şiddetin savaş halidir. Bir erkekle ilişkili husumeti bu erkeğin yakını kadın ve çocuklara vahşice ödeten, aslında “namus kirletme” saikiyle işlenmiş, şiddeti kocanın yasını ve maktul sayısını bastıran kaygıların dile getirilmesiyle sonsuzlaşan bir cinayet.
Erkek eliyle, canavarca hislerle işlenen, erkek medyanın erkek diliyle aktarılan hem ataerkilliğin, hem de mülteci karşıtı eril söylemin kışkırttığı korkunç bir olay var oldu. Durumdan çıkan vazife ise belli; ya bu şiddetle mücadele edeceğiz, dilimizden bakışımıza kendimize çeki düzen vereceğiz, ya da hep birlikte bu utançla insanlığımızı yitireceğiz. Unutmayalım, dayanışma ve insan hakları temelli birlikte yaşam, yaşatır.
*İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi- Altınbaş Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğr. Üyesi